ARZ-I MEV’UD’UN SIRRI

ARZ-I MEV’UD’UN SIRRI

Abdülkadir Tok

Günümüzde İsrail Devleti’nin kullanmış olduğu İbranice lisanında 'toprak' kelimesinin iki farklı anlamı vardır. Birincisi, bildiğimiz toprak manasında kullanılan מדינה (Mediyna); diğeri ise sadece İsrail’e ait olarak nitelendirilen ארץ (Erets)’tir. Erets, bugün Arapçada kullanılan ve bizim dilimize de buradan geçen Arz kelimesinin karşılığıdır. Yani bugün Arz-ı Mev’ud (Vaat edilmiş Topraklar) kelimesindeki ‘Arz’ iddia edilen toprakların sadece İsrailoğulları'na ait olduğunu ifade etmektedir. Peki, acaba gerçekten Allah (c.c) tarafından böyle bir vaat verildi mi? Verildiyse hangi hadiseden dolayı bu vaat verildi ve hangi toprakları kapsamaktadır? Kutsal kitaplara göre bu vaat halen geçerli mi, yoksa çoktan hükümsüz hale geldi mi? Şu an Arz-ı Mev’ud’un yeniden hayat bulması için Siyonist İsrail ne tür politikalar gütmektedir? İşte merak edilen ve muallâkta kalınan bu sorulara cevaplar vermeye çalışacağız.

Kur’an-ı Kerim ışığında Vaat Edilen Topraklar

Elbette biz bu yazımızı kaleme alırken Musevilerin kutsal kitabı olan Tevrat’tan da incelemelerde bulunduk. Lakin bildiğimiz gibi Tevrat tahribata uğradı. Tevrat’tan sonra Tevrat’ı tamamlayan ve düzenleyen İncil de yine aynı şekilde tahrip edildi. Bu nedenden ötürü biz bu iki kitaptan ve bu iki Kutsal Kitaba tabi olan kavimlerden bize haber veren Kur’an-ı Kerim ölçüsüyle değerlendirmelerde bulunacağız.

Hepimizin bildiği gibi Hz. Yusuf (a.s) birtakım zorlu süreçlerden geçtikten sonra Mısır’a geldi ve burada önce köle olarak sonra Mısır Azizi olarak yaşamını sürdürdü. Daha sonra Kenan diyarında yaşayan ailesini de Mısır’a yanına aldı. Allah tarafından o dönem âlemlerin üzerine en faziletli kavim kılınan (Bakara Suresi 47) İsrailoğulları Mısır’ın hâkimiyeti Firavun’a geçene kadar Mısır’da gayet ferah bir yaşam sürdüler. Mısır’ın hâkimi olan Firavun İsrailoğulları’nı köle ilan etti... Hz. Musa Firavun’a İsrailoğulları’nı serbest bırakması için talepte bulunana kadar Firavun ve halkı İsrailoğulları’nı köle olarak kullandı. Firavun vezirlerin araya girmesinden dolayı başta Hz. Musa’nın serbest bırakma talebini kabul etmedi. Fakat daha sonra Hz. Musa’nın göstermiş olduğu mucizelerden ötürü Firavun onu ve kavmini serbest bırakmak zorunda kaldı.

Hz. Musa öncülüğündeki İsrailoğulları uzun bir müddet Tih Vadisi’nde yaşadı. Sonra Allah onlara yaşamaları için bugün Kudüs diye bildiğimiz bölgenin (kaynaklarda Kenan diyarı diye de geçmektedir) kendilerine verildiğini, Allah’a şirk koşmadan ibadet etmelerini, kimseyle savaşmadan insanlara iyilik yapmak konusunda tebliğde bulunmalarını ve bu süreçte kendi yardımının da onlarla olacağını bildirerek İsrailoğulları’nı bu diyara gönderdi. Lakin onlar kendilerine vaat edilen bu bölgeye hemen girmediler - giremediler. Yahudiler (kitaplarda Amelikalılar’ın yaşadığı rivayet edilen) bu bölgeye girmekten korktular ve Hz. Musa’ya: ‘Ey Musa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabb'in gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.’(Maide 24) diye sitemde bulundular. Bunun üzerine Allah İsrailoğulları’na bu diyara girmeyi tam 40 yıl haram kılmıştır. (Maide 26)

40 yılın sonunda Hz. Yuşa öncülüğünde kendilerine saldıran orduyu yenerek şehre girmelerine rağmen İsrailoğulları şehre tamamen hâkim olamamışlardır. Sonrasında Hz. Davud döneminde şehri tamamen ele geçiren İsrailoğulları şehre bu sebeple ‘Davud’un Şehri’ ismini vermişlerdir. En rahat ve ferah geçen dönemleri ise Hz. Süleyman Dönemi olmuştur. Kudüs’ün Yahudiler için vazgeçilmez bir yer olması bu dönemde başlamıştır.

Allah kendilerine vaat edildiği rivayet edilen bu bölgeye giriş yaparken secde ederek tevazu içinde girmelerini emretti. Fakat onlar bunu alaya aldı ve gayrı ahlaki davranışlarla şehre giriş yaptılar.

Vaat edilen bu toprakların sınırı kesin olarak Kuran-ı Kerim'de bize bildirilmemiştir. Bu konu hakkında İslam âlimleri farklı hadiseleri emsal alarak farklı görüşler beyan etmiştir. Kimisine göre Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkıp Kudüs’e gelene kadar dolaştığı tüm toprakları kapsamaktadır. Kimi âlimlere göre ise de bu topraklar Yakubî Diyarı, Şuayb Şehri olarak geçip sınırı Harran bölgesine kadar uzanmaktadır. Lakin Kur’an-ı Kerim de böyle bir sınır kesin olarak bildirilmemiştir.

Nitekim bu vaat bugün geçerli değildir. Çünkü Yahudiler Allah’a karşı mükellef olduğu sorumlulukları yerine getirmeyip isyan ederek (Bakara Suresi 61), Hz. Peygamber’i(s.a.v) inkâr ederek; ‘Senden geleni işittik ve karşı geldik.’ diye söylemlerde bulunup dine saldırarak, gerçek hakikati bilmelerine rağmen kabul etmemeleri sebebiyle Allah (c.c) tarafından lanetlenmişlerdir. (Nisa Suresi 46).

Yahudiler ismi Muhammed (s.a.v) olan son Peygamberin geleceğini ve bu Peygamber aracılığıyla gelen kitabın tevhidi yeniden hâkim kılarak, Yahudiliğin de düşmanı olan putperestliği ortadan kaldıracağına, böylece Musa’nın dinini yeniden güçlendireceğine ve bu suretle kendilerinin de Medine müşrikleri karşısında üstün duruma geçeceklerine inanıyorlardı. Lakin atladıkları bir şey vardı. Gelen Peygamber İshak’ın soyundan değil İsmail’in, yani bir Arap soyundandı. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.av) gelince Yahudiler Peygamberimizi inkâr ettiler. Böylelikle Allah’ın laneti bir kez daha Yahudilerin üzerine tezahür etmiş oldu (Bakara 89). Kısacası Yahudiler için ‘salih kul, faziletli kavim’ vasfı ortadan kalktığı içindir ki, Mukaddes Arz (kutsal topraklar, vaat edilen topraklar) artık hükümsüz duruma geldi. (Enbiya Suresi 29)

Yahudi Kutsal Kitaplarında Arz-ı Mev’ud

Yahudi ilahiyatı Arz-ı Mev’ud meselesiyle alakalı farklı kanaatler ortaya koymaktadır. Vaat edilen bu bölge Ahd-i Atik’te Kenan diyarı (Tekvin), ikinci mabet (Süleyman Mabedi’nin ikinci kez inşası) döneminden sonra artık Arz-ı Mev’ud (Ahd-i Cedid) diye adlandırılmıştır. Kuran-ı Kerim’in aksine Arz-ı Mev’ud’un sınırları (bugünkü)Tevrat’ın çeşitli bölümlerinde belirli bir şekilde belirtilmiştir. Kimi bölümlerinde Mısır (Nil) Nehri, Lut Gölü, Batı Akdeniz, Hora Dağı ve Ürdün’ün Şeria Bölgesi’ni kapsamaktadır (Çıkış). Tekvin'de Nil Nehrinden Fırat Nehrine kadar olan toprakların tamamının kastedildiği söylenmektedir. (Tekvin/15)

Bahsedilen bu topraklar ilk önce Hz. İbrahim (a.s)’a ve onun zürriyetine vaat edilmiştir. İlginçtir ki; Kitâb-ı Mukaddes geleneği Hz. İsmail (a.s)'den sonra devre dışı bırakılmıştır. Çünkü kendileri Hz. İshak’ın soyundan gelmektedir. Hz. İbrahim'den sonra Hz. İshak'a ve onun zürriyetine sonra Hz. Yakub'a ve zürriyetine sonra Hz. Yûsuf a, Hz. Musa'ya ve Hz. Yuşa’ya yapılan bu vaat, Ahd-i Atik’te beyan edildiğine göre her dönemde belli şartlara tabii tutulmuştur.(Çıkış 13/5, Tesniye 5-8). Ahdin şartlarına uyulmadığı, Yahova’nın emirleri yerine getirilmediği, Onun kanunları reddedildiği (Levililer, 26), şeriattaki emirler tutulmadığı takdirde başlarına her türlü felâket gelecek, Yehova onlardan nefret edip onlara karşı öfke ile yürüyecek(Levililer/ 26 Tesniye/28), mülk edinmek için kendilerine vaat edilen diyardan koparılacaklardır.(Tesniye, 28/63). Bu inanışa göre ahde riayet etmeyen ise Yehova tarafından Arz-ı Mev‘ud’dan mahrum kalacak ve lanetlenecektir (Yeremya, 11/3). Tabi ki İsrailoğulları da bugün olduğu gibi tarihleri boyunca da kendi kutsal kitaplarında bahsedilen, Yehova ile yaptıkları bu ahitlere (sözleşmelere) hiçbir zaman sadık kalmamışlardır.

Yakın tarihte Arz-ı Mev’ud

Merkezini Kudüs’ün oluşturduğu vaat edilmiş Kutsal Topraklar, maalesef ki Yahudiler için sona ermiş tarihi bir geçmişi olan bir mekândan ibaret değildir.

Asırlardır hedefleri, uğradıkları bozgunlardan ötürü Dünya’nın dört bir yanına sürgün olan tüm Yahudiler’i buraya toplayıp, önce Büyük İsrail sonra ‘Dünya Hâkimiyeti İdealini’ gerçekleştirmektir. Dağılan Yahudileri buraya toplamak ve bu ideale ortak etmek için sürekli sahte Mesihler ileri sürüp ikna faaliyetleri gerçekleştirmişlerdir. Sahte Mesihlerle başlayan bu hareket 20. Yüzyılın başlarında Theodor Herlz öncülüğünde artık ‘Siyonizm’ adı verilen siyasi bir kimliğe bürünmüştür.

Bu ideal, sadece merkezi Kudüs olan Filistin'e dönüp orada devlet kurma hedefini taşımış olsaydı, Yahudiler 1948 yılında İsrail Devletini kurduklarında, Nil ile Fırat arasındaki topraklarda yani Ortadoğu’da barışın tesis edilmiş olması gerekirdi. Oysa 103 yıldır burada barış değil savaş hüküm sürmüş ve sürmektedir. Bunun için bugün bu vakaların cereyan etme sebeplerini anlamak için Arz-ı Mev’ud’un dolayısıyla İsrail’in siyasi tezi olan Siyonizm’i incelemek kanaatimizce faydalı olacaktır.

Her şey Theodor Herzl’in Dünya’nın tanınmış Siyonistleriyle 1897 yılında Basel’de gerçekleştirdikleri Dünya Siyonist Kongresi ile su yüzüne çıkmaya başladı. Artık siyasi bir mecra olarak hareket edeceklerdi. Nitekim Herzl’ın bu kongre sonrası hedefi ilk 50 yılda İsrail Devleti’ni kurmak, ikinci 50 yılında yani kongrenin 100. yılında ise 2000 yıldır arzuladıkları Büyük İsrail Devleti’ni kurmaktı. Bunun için o dönemin süper güç devletleriyle (Almanya/İngiltere/Osmanlı) görüşmelere başlamıştı. Almanya kendileriyle görüşme taleplerini hiç kabul etmemiş, Sultan Abdülhamid ise sinsi planlarını bildiği için şiddetle reddedip bu hain emellerini engel olmak açısından Filistin’deki tedbirleri 2 kat arttırmıştı. Sadece İngiltere’den olumlu cevap gelmişti. Sultan Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İngiltere Filistin topraklarını işgal etmişti. Siyonistlere gün doğmuştu. Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı’nın Yahudi para imparatorlarından Rotschild ailesine yazdığı mektup (Balfour Deklarasyonu) sonucunda yavaş yavaş bu bölgeye Yahudi göçü başlamıştı. Siyonistler emellerine adım adım ilerliyordu. 1947 yılında BM’nin Araplara 3 Bölge İsrail’e 3 bölge tahsis etmesi aslında artık İsrail Devleti’nin varlığının kabul edildiğini gösteriyordu. 1948 yılında ise Siyonistler David Ben- Gurion başkanlığında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yani Herzl’ın kongrede belirttiği ilk hedefe artık ulaşılmıştı.

Uluslararası hukuka göre Siyonist İsrail Devleti’ni tanıyan ilk devlet SSCB oldu. Hemen ardından ABD tanıdığını deklare etti. Fazla zaman geçmeden ise İngiltere, Fransa ve diğer sosyalist ülkeler tanıdığını duyurdu. Acıdır ki tanıyan ilk Müslüman Devlet 1949 yılında Türkiye oldu.

Artık İsrail Devleti vardı, fakat bununla sınırlı kalmayacaklardı. Yeni hedef belliydi: Büyük İsrail Devleti’ni kurmak. Bu projeye 2. Dünya Savaşından sonra İsrail lobileri tarafından ekonomik, askeri ve siyasi kurum ve kuruluşlarla sarılan ve kendisini ABD’li Siyonist Hristiyanlar (Bunlar Evanjelist olarak bilinmektedir. Teferruat için Minber-i Aksa 36. Sayı), bir dönem İngiltere’nin İsrail’i kurmakla yaptığı hizmeti devralarak Büyük İsrail hedefini gerçekleştirmesi için çalışıyor.

Zaman ilerledikçe Ortadoğu’daki savaşların ardı arkası kesilmiyor ve İsrail hedeflerine adım adım yaklaşıyordu. Savaşlar Arap Devletler ve İsrail arasında cereyan ediyordu. İsrail galip gelip topraklarını genişletiyor, daha sonra ise mağlup ettiği bu devletler ile uzlaşı sağlıyordu. 1980 yılında artık Kudüs’ün tamamını başkent ilan etmişti. Zaten hedef buydu; başkenti doğusuyla batısıyla Kudüs olan bir devlet. Nihayet İsrail’in Ortadoğu’daki Kanlı Stratejisi Oded Yinon adlı bir gazetecinin raporunda kendisini açığa verdi. Bu rapor Herzl’in 1897’deki Bildirgesinin biraz daha gelişmiş haliydi. Peki, CIA destekli bu plan neydi?

Yinon’a göre Büyük İsrail'in oluşması sadece iç dinamikler ile değil, komşu ülkelerin durumu ile de ilgilidir. Eğer komşu ülkeler birleşme yoluna giderse bu İsrail için en büyük tehdittir. Yapılması gereken ise önce düşman ülkeleri mezhep ve etnik temelde iç karışıklık çıkarıp bölmek ve bu durumdan faydalanarak İsrail’in bölgesel gücünün tesisini sağlamaktır.

Ardından bölgede Mısır, Suriye, Irak tarafından çevrili İsrail’e müttefik ülkeler bulmak veya oluşturmaktır. Ayrıca Türkiye, Irak, Suriye'nin parçalanması gerektiğinden ve yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti ile nasıl baş edilmesi gerektiğinden bu raporunda teferruatıyla bahsetmekteydi. İsrail’in politikaları bu doğrultuda işliyordu. Şu an ABD, İsrail, İngiltere’nin sebep olduğu Ortadoğu’nun ve İslam coğrafyasının içinde bulunduğu bu paramparça vaziyetin ve sözde İslam Ülkeleri’nin sürekli İsrail ile bir uzlaşma arayışı içerisinde olmaları bu raporun dolayısıyla Siyonizm’in kirli emellerine kısmen ulaştığının bir tezahürüdür.

Devletini kurduktan sonra bir sonraki hedefine odaklanan ve bunun için gece gündüz dur demeden her alanda aktif olarak çalışan İsrail, bu hedefe henüz ulaşamamıştır. 1994 yılında Dünya Siyonist Kongresi’nin yapıldığı Basel’de, Merhum Erbakan Hoca Siyonizm’in kirli emellerini bozmak, adil ve yeni bir Dünya’nın tesis edilmesini sağlamak amacıyla aynı salonda Avrupa İslam Birliği Konferansı’nı tertiplemiştir. Yani Büyük İsrail ütopyasına en etkili darbeyi Necmettin Erbakan vurmuştur.

Son yıllarda Büyük İsrail için yapılanlar

  1. Yüzyılın ilk çeyreğindeyiz. Bu zaman dilimini anlatmaya elbette ki kelimeler yetmez. Sadece son 15 yılda İsrail’in içte ve dışta neler yaptığına, Ortadoğu’da özellikle ‘sözde vaat edilen topraklar’ sınırlarına giren ülkelerde çıkan savaşların-işgallerin sebeplerine, Müslüman ülkelerin hangi olaylar sonucu birbirlerine düşman kesildiğine, yine Ortadoğu ve Körfez ülkelerindeki Filistin’e destek veren Müslüman liderlere karşı gerçekleşen darbelere ve özellikle son yıllarda Müslüman Arap liderlerinin İsrail ve ABD ile gerçekleştirdiği, gerçekleştirmeyi planladıkları stratejik ortaklık ve müttefikliklere baktığımız zaman aslında hepsinin bu kirli emelin bir parçası olduğunu görmek zor değildir.

Bu sinsi plana siyasi, ekonomi ve askeri alanda en kapsamlı ve en güçlü destek hiç şüphesiz ABD’den gelmektedir. Evanjelistler’in eliyle Trump döneminde gerçekleştirilen katliam ve ilhakların meşru hale getirilmesine, ABD’nin İsrail büyükelçiliğini Kudüs’e taşımasına, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde başka ülkelerin toprağının İsrail’e tahsis edilmesine neredeyse 2. Balfour Deklarasyonu niteliğinde olan Yüzyılın Antlaşması adı altında Filistin’i hiçe sayan ve tamamıyla Büyük İsrail Devleti hayalinin vücut bulmasına hizmet eden hadiseler bize yine şunu göstermektedir ki; ABD bu oyunun baş aktörüdür.

Netice

İsrail’in ve maalesef ki artık İslam toplumlarının da dilinden düşürmediği ‘vaat edilmiş topraklar’ denilen bir yer dinen hükmünü kaybetmiştir. Çünkü İsrailoğulları salih kul vasfını kaybedip yukarıda da belirttiğimiz üzere lanetli kavim vasfına haiz olmuştur. Lakin gördüğümüz üzere, bayrağından tutun düne kadar yapılan siyasi hamlelere kadar göstermektedir ki, bu ideal kendi bakış açılarına göre hala bitmemiş. Elbette inancımız gereği biliyoruz ki; sinsi emellerine asla ulaşamayacaklar, bir şekilde yeniden bozguna uğrayacaklar. Fakat biz bunun neresinde yer alıyoruz? Bu bozguna vesile olabilecek miyiz? Siyonizm’i biz ne kadar anlayabildik? Anladığımızı ne kadar dillendirebildik? Siyasi liderlerimize Siyonizm’e ortak değil, engel olmaları için toplum olarak ne kadar baskı uyguladık? Bu soruların cevabını kendi kendimize verebiliyor muyuz? Bakın Büyük İsrail Devleti’nin sınırlarına Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi de (Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Siirt, Adıyaman) girmektedir. İsrail boşuna mı GAP ile ilgileniyor sanıyoruz.

Bu hususlara karşı tedbir kısmını daha doğrusu yapmamız gerekenleri Filistinli Bilim Adamı Prof. Dr. Abd al-Fattah El-Awaisi 3 madde de özetlemiştir.

1-) Bireysel ve toplumsal olarak Siyonizm’e karşı şuurlu bir şekilde yetişip, insan yetiştirmek.

2-) Eğer biz bu yol üzere yetişirsek ve siyasilere baskıda bulunursak, bizi temsil eden siyasiler de İsrail ve destekçilerine karşı artık hamle yapmak zorunda kalacaklar.

3-) Belli bir zaman sonra hamleler artık diplomatik değil fiili(askeri) olacaktır ve bu hamleler sonucu Allah’ın izniyle İsrail yok olacaktır.

İnanalım ki eğer biz bu çizgide yetişip yetiştirirsek; İslam ülkeleri İsrail ve ABD ile müttefik olup bu projeye hizmet eden bir oyuncu olmak yerine, kendi içinde birleşerek bu sinsi planı gerçekleştirmek isteyenlere karşı gerek ambargo uygulamak olsun, gerek fiili çatışma olsun karşı tepkide bulunmak zorunda kalacaklardır.

Peygamberimiz (s.a.v): “Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe Kıyamet kopmayacaktır. Bu Harpte Müslümanlar galip gelerek Yahudiler’i öldürecektir.’”(Müslim-Fiten/82) buyurmaktadır. Yani İsrail’in yok olacağını yıllar önce Efendimiz (s.a.v) bize bildirmiştir. Rahmetli Necmettin Erbakan Hocamız ise “Bir Milletin asıl gücü tankı topu tüfeği değil, inançlı ve imanlı gençliğidir.” diyerek bizleri bu uğurda çalışmaya teşvik etmiştir. İsrail’i bozguna uğratan ve Ortadoğu’nun, Filistin’in, Kudüs’ün yeniden hürriyetine kavuşmasına, bu topraklara yeniden İslam’ın hâkim olmasına vesile olan imanlı ve inançlı bireyler olma duasıyla Vesselam.

KAYNAKÇA

1-) Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı İslam Ansiklopedisi

2-) T.C DİB Yaşayan Dünya Dinleri

3-) Kuran-ı Kerim/İbn-i Kesir ve Şeyh İzzeddin Er-Rufahi tefsiri

4-) Nil’den Fırat’a Devlet Oyunları/ Erdal Sarızeyrek


Anasayfa

Giriş/Üye

Hesap No

Bağış Yap

Sepetim